40,2536$% 0.11
46,9406€% 0.53
4.339,56%1,00
7.046,00%0,98
28.099,00%0,97
3.354,85%0,94
4810423฿%1.9121
13 Temmuz 2025 Pazar
Elhamdülillah; ülkemiz devleti ve milletiyle, halkları ve ulusuyla tarihi bir eşiği geride bıraktı. Büyük bir zafere imza attı. Tarihe şahidlik etmekteyiz. Nereden bakarsanız bakın, bu çok kıymetli bir kazanımdır.
Kırk yıldır dökülen kan ve akıtılan paranın haddi hesabı yok. Daha da önemlisi devletin kalkınması ve milletin refahı için kaybedilen zamanın telafi imkânı yok.
Zafer kelimesini abartılı bulup itiraz edenler çıkabilir. Terör örgütüyle masaya mı oturulur? Şehit ailelerinin rızası var mı? Gibi çıkışlarla siyasi hokkabazlık yapıp, süreci sulandırmak isteyenler olacaktır. Onlara şunu hatırlatmakta fayda var; sinek avlamak devri bitti, bu adım bataklığı kurutma hareketidir.
Bakara suresinin 191 ve 217. Ayetlerinde tekrarlanan bir cümle var: “Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir.” Beterdir, diye tercüme edilen kelime birinde ‘şiddetlidir’, diğerinde ‘ekberdir’, yani daha büyüktür şeklinde yer almaktadır. Sürecin başarıya ulaşması, fitnenin kökünün kazınması, hiç şüphesiz kesin ve büyük bir zaferdir.
27 Kasım 1978’de, Diyarbakır’ın Lice İlçesinin Fis Köyü’nde, Marksist-Leninist çizgide kurulan PKK (Kürdistan İşçi Partisi), ırkçı bir terörist örgüt olarak, küresel emperyalistlerin sponsorluğunda, Müslüman Kürtleri Türkiye’den koparmak için fütursuzca cinayetler işledi. Devletin son yıllarda geliştirmiş olduğu şefkat dili ve Kürt halkının ekseriyetine galip gelen sağduyu, bu çok uluslu projeye geçit vermedi.
İslam toplumunun ahlaki çerçevesini çizen ve sosyolojinin köşe taşlarını döşeyen Hucurat Suresi, bu sorunun çözümünde de bize rehberlik etmektedir. Irkçılığı yasaklayarak erdemi yüceltmesi, zandan sakınmayı, fasıkların getirdiği haberlerin tahkik edilmesi, bir kavmin başka bir kavimle alay etmemesi, zalime karşı mazlumun desteklenmesi gibi ölümsüz reçeteleri, toplumun ihyasında şaşmaz pusuladır. 9. ayette; “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşurlarsa, hemen aralarını düzeltin” ferman-ı ilahisinden sonra 10. ayette: “Müminler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’ın emirlerine uygun yaşayın ki rahmete nâil olasınız” buyurur.
Gelinen noktanın bu rahmetin tecellisinden bir kadre, sebebinin de milletin gönlündekinin, devletin diline yansımasının neticesi olduğuna inanıyorum.
Sürecin bu evresinde; kazanın çok olduğu, kaybedeninse terörizm ve terör destekçisi küresel evangelist, Siyonist sermayenin tetikçisi İsrail ve şürekâsı tespitini yapalım.
İki arda bir derede, kimlik bunalımı yaşamak zorunda bırakılan Kürt gençliğini kazananlar listesinin başına yazalım.
Elbette Türk devleti, ekonomisi ve Türkiye Yüzyılı vizyonu kazandı.
Tüm barışseverlerle beraber, bölgesel barış ve bölge halkları kazandı.
Türkiye ne mi kazandı? Şehitlerin yeri doldurulamaz ama gençliğini, geleceğini, halkını, itibarını, huzuru, en önemlisi zamanı kazandı. Gelecek Türkiye’nin olacak.
Gelinen noktayı hazmedemeyip ama’lı, eğer’li cümleler geveleyen, sahte milliyetçi ve çakma solcular kendilerini yukardaki iki gruptan birine dâhil edebilirler.
Terörsüz Türkiye vizyonunun bu noktaya gelmesinde Sayın Devlet Bahçeli ve MHP camiasının hakkını teslim etmek lazım. Sayın Cumhurbaşkanımız ve hükûmetin kararlılığını, DEM heyetinin siyasi aktör olma azmini takdirle ve minnetle kaydetmek gerek.
Silahların yakılması dikkat çekiciydi, merak ettim. Bende iyi şeyler çağrıştırmadı. Ateşin Kürtler için varoluşu sembolize etmesindenmiş.
Silah bırakmanın 15 Temmuz haftasına denk gelmesi, terörle mücadele tarihi açısından ayrıca önemli.
Bugün gördüklerimiz, yaşadıklarımız, hamt vesile, şükür sebebi, emsalsiz bir duygu. Ancak bunu korumak çok daha büyük bir dikkat ve sorumluluk gerektirmektedir. Üstad Necip Fazıl’ı rahmetle analım: “Namaz camiden çıkınca, Hac Mekke’den dönünce, Ramazan Oruç bitince başlar.”
Bu noktaya nerden, nasıl geldiğimizi daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını umduğum bir hususu dikkatlerinize arz etmek için, biraz hatıralara dalalım.
Türkiye olağanüstü bir atmosferde Haziran 2011 seçilerine hazırlanıyor. Öcalan’ın idamı üzerinden Sayın Bahçeli ve o zaman Başbakan olan Sayın Erdoğan arasında görülmemiş bir gerginlik var meydanlarda. Mayıs 2010’da CHP Genel Başkanı merhum Baykal, bir kaset skandalıyla istifa ettirildi. MHP’nin A takımından, içlerinde Genel Başkan Yardımcılarının da olduğu 10 yöneticisinin, 21 Mayıs 2011’de yayınlanmaya başlayan kasetlerle siyasi hayatları bitti. Ak Partiyi zaten çantada keklik görülüyordu.
Millet iradesini ipotek altına almaya çalışan bu ahlaksızlığı boşa çıkartacak ve bundan sonraki siyasi hayatımızın şekillenmesinde hayati rol oynayacak sürpriz bir hamle geldi.
Anadolu irfanını mayalayan Hacı Bektaş-ı Velinin, Şeyh Edebali’nin, Mevlana’nın, Güşhanevi’nin asırlara sâri, muştu yüklü nefesini günümüze taşıyan, Sağduyu ve Server Yaşam Vakfının Onursal Başkanı Muharrem Nureddin Coşan Beyefendinin 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri’ ne dair açıklamaları.
Her satırında şimşekler çakan, neyi murat ettiği, kimi kastettiği o karambolde ne sevenleri tarafından, ne Ak Parti camiasından, ne de ülkücüler arasında hakkıyla anlaşılamayan, herkesin abandone olup, saçma tepkiler verdiği o tarihi metin, buyurun.
Değerli Kardeşim, Aklını Kullan!
Nereye gidildiğini, yarın ne olacağını, canından çok sevip tercih edip büyüttüğün çocuklarını, istikbalini düşün, emekliliğinin, sonrasının, hayatının istemediğin, tasvip etmediğin bir düzeneğin içinde geçtiğini, heba edildiğini farket, bu duruma müdahale et, itiraz et, boş verme!
Anlamaya, görmeye çalış, doğruyla yanlışı ayır, duruşunu özünle birleştir.
Göz boyamalı, kısa vadeli, saman alevli, serap misali ağzına bal çalındığını, çalınanın aslında bal olmadığını, duygularınla oynandığını, oynananlardan bihaber gafil kaldığını gör!
Kafanı devekuşu gibi kuma gömüp yaşadığın ülkede değerlerinin buharlaşmasına kayıtsız kalma, “neme lazım” deme, “menfaatim” deme!
Maneviyat bahçemize dadanmış domuz sürülerini, sırtlanları, hain köpekleri, kurnaz tilkileri, leş kargalarını, kanımızı, canımızı, değerlerimizi, zenginliklerimizi emmeğe yeltenen sülükleri, asalakları silkele, sırtından at, kamburunu düzelt, el ele ver, gücünü topla, maneviyatını düzelt, iyileri bul, onlarla birleş, işbirliği yap, yanlışı düzelt!
Bunu daha önce yaptın. Güzeli seçtin, güzelleştin, güçlendin. Örnek oldun, öncü oldun, yol gösterdin, ilham kaynağı oldun, sevildin…
Isıttın, karanlık asırlara güneş oldun aydınlattın. Çağ atlattın. Susuz yüreklere su serptin, serinlettin. Umut oldun, çare arayan biçare insanlığa, tarih yazdın altın harflerle dimağlara.
Şimdi silkin, şimdi uyan, dengeleri boz. “Bozkurtlara” fırsat ver, yol ver, OY ver. Çeki düzen versin, destek olsun dostlara, fayda versin, tek yürek olsun iyiler.
“Sagduyu’nun” mevcut hükümeti kuran partiye ilk genel seçimlerinde tek başına iktidar olmasıyla sonuçlanan verdiği şartlı destekle bile, hala, maalesef insanlık için, inananlar için beklenenleri gerçekleştiremeyen Sayın Başbakan, MHP’li kardeşlerin barajı aşamayacağını bekliyor. Haydi! Yalnız bırakmayalım meydanda özgürlükler vaad edegelen arkadaşı. MHP’li kardeşlerim, barajı aşın da, sizinle birlikte, daha önce söz verip de yerine getiremeyenler için bir telafi fırsatı doğsun.
Birleşsin güçler def etsin akbabaları, şanımız yürüsün cihanda.
Sefillere uşak olmayalım.
Çünkü, kölesiyiz, Razı olsun âlemlerin Efendisi bizden.
En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Yazının ana fikrini başlığa yazayım. Böylelikle memleket meseleleri için beş dakikası olmayan arkadaşlara kolaylık sağlayalım.
‘İran saldırısının zamanlaması’ konulu bir önceki yazıma siz kıymetli okurlarımdan ekseriyetle çok güzel, müspet tepkiler geldi, müteşekkirim. Ancak az da olsa; bırak birbirini yesinler, dinsizin hakkından imansız gelir, bu durum ülkemizin yararınadır, zaten danışıklı dövüş gibi insani ve İslami bulmadığım değerlendirmeler de geldi.
Irk ve mezhep temelli reel politiğe aykırı bu yaklaşımlar, ne bölgenin coğrafi gerçekliğine, ne tarihi geçmişine, ne de kültürel bütünlüğüne uygundur. Üzücü olan bu tür absürtlüklerin içinde, kanaat önderi mesabesinde, entelektüel derinliğe sahip köşe yazarlarının da bulunmasıdır.
Evet, hepimizin zihinlerinde ‘ama’ ile başlayan cümleler sıraya girdi, farkındayım. Halep’ten Bağdat’a, Basra’ya, Karabağ’dan Şuşa’ya, terör örgütleriyle flörtten Şebbihalara, Haşdi Şa’bilere, Şii hilalinden Kızıldeniz sahillerine, Yemen’e kadar uzar gider bu liste. Hepsi de haklıdır.
Ancak müsaadenizle bir ama’lı cümle de ben kurayım. Türkiye’nin İran sınırı yaklaşık 400 yıl önce bugün, 17 Mayıs 1639’da, 4. Murad’ın Bağdat seferi dönüşünde imzalanan Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla tespit edilen en eski kara sınırıdır.
Buna mukabil, ana yurttan bir oldubitti ile koparılan en son kara parçası da Filistin’dir. Küresel fitne ocağı, soykırımcı terörist İsrail’in işgal ettiği toprakların tapusu hala Osmanlı arşivlerindedir.
Filistin’in ne şartlarda Siyonist Yahudilere hediye edildiğini meraklılarının ilgisine arz edelim. İyi bir tarih okuyucusu değilim, hele kronoloji ile hiç aram olmadı. Ama tarihi ilham almak için değil, ibret almak için okumak gerektiğine inanırım.
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sakız çiğner gibi tekrarlamakla olmuyor. Cihanda huzur olmadan yurtta sulh olmayacağını kavramak lazım.
İlkesel olarak savaşa karşıyım. Şii inancında da ancak savunma için cihada fetva verildiğini biliyorum. Komşu ve kardeş bir ülkede savaş olması asla isteyeceğimiz bir şey olamaz. Daha da beteri, bu savaşı komşumuzun kaybetme ihtimali.
Bölgedeki huzursuzluğun temeli, 1.dünya savaşıyla başlayan Osmanlı hilafet otoritesi ve topraklarına yönelik mütecaviz küresel kapitalizmin istikrarsızlaştırma projesidir. Yüz yılı aşkın süredir bölgede kan ve gözyaşı oluk oluk akmakta, mazlumların feryadı arşa yükselmektedir.
Coğrafyada bu zaman zarfında gelişen tek yeni şey, bölgenin istenmeyen misafiri İsrail’dir. Ortadoğu’ya geldikten sonra her taşın altından onlar çıkıyor, her ateşin arkasında onların parmak izi var.
8 yıl süren Irak-İran savaşının galibi kim? 1990 körfez kriziyle başlayan Irak’taki kaosun ülkemize ne faydası oldu? Suriye de 14 yıl süren iç savaş bize ne kazandırdı?
Terörsüz Türkiye eşiğini araladığımız şu günlerde, Irak’la ilişkilerin kısmen düzeldiği, Suriye’de halkına ve bize düşman rejimin yerine ülkemizle her türlü işbirliğine açık bir yönetimin geldiği, savaştan kaçan göçmenlerin ülkesine dönmeye başladığı bir dönemde nerde duracağı kestirilemeyen bu savaşın aniden patlaması çok garip değil mi?
Son savaşla ilgili tutumumuzu belirlemeden önce; bu soruların siyasi, ekonomik, sosyolojik, çevresel sonuçlarını birlikte değerlendirerek; vicdan, insaf, iz’anla makul cevaplar vermeliyiz. Yoksa İran’da yaşanacak benzer süreçlerin bölgesel yansımalarını doğru hesaplama ve ona göre pozisyon alma şansımızı kaybederiz.
Peki, bu niçin önemli? Savaş başlayalı 5 gün oldu. Yüzlerce uçak havalandı, binlerce füze ateşlendi, mahalleler, şehirler yanıp yıkılıyor. Savaş belli bir mecrada, karşılıklı saldırılarla devam ediyor. Ama biz hep tarafların beyanatlarını konuşuyoruz. Yani psikolojik savaş daha önde gidiyor. Algımızla oynayıp, bizi inandırmaya, yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bizim de inançlarımız ve milli maslahatımız gereği doğru tarafta, hakkın yanında olmamız önemli.
Şöyle düşününce, bütün dünyada insani bir refleks olarak eş zamanlı gelişen, İsrail’i destekleyen firmalara karşı boykota nispet yapar gibi kendi markalarımızı boykot veya global boykotun timsali kahve zincirinin önünde sıraya girmek, ne tür bir motivasyonun sonucudur acaba.
Neden İran?
Birincisi; öyle ya da böyle dindaşımız. ABD ve İsrail’in başı çektiği küresel küfür ittifakının İran’ı hedefe koymasının en önemli sebebi de bu. Seküler- laik, sünni- şii ayırmıyor, bizi de öyle görüyorlar.
İkincisi; komşumuz. Orda çıkan yangın bizi de yakar. İsrail kaybetse, zayıflasa, dağılsa Filistin özgürleşir, Gazze hayat bulur, mazlumlar bayram eder. Bize bir zararı olmaz.
Üçüncüsü; dostumuz, düşman değil. Topraklarımız da gözü yok. Tarihi, kültürel bağlarımız çok derin. Bize en fazla ideoloji, inanç ihraç etmek isterler. Ama İsrail komşumuz olsa ya da onların uydusu bir yönetim gelse, bunu kimse istemezdi herhalde.
Dördüncüsü; İsrail düşmanımız. Hem ata topraklarımız da işgalci, hem de Anadolu’muzda gözleri var. Arz-ı Mev’ud diye kendilerini ve dünyayı kandırıyorlar sahte bir mitleri var.
Beşincisi; İsrail mütecaviz, İran mağdur.
İran’la aramızdaki sorunları nasıl halledeceğiz? Gönül iklimimizin tercümanı Yunus hazretin irşadıyla çözeceğiz.
“Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başı
Söz ola agulu aşı balıla yağ ide bir söz”
Bugün çok soru sordum galiba ama cevap beklemiyorum. Cevabı kendinize saklayın. Ancak Saldırının zamanlamasıyla ilgili önceki yazıda eksik kalan bir noktayı daha dikkatlerinize arz ederek müsaade istiyorum.
Terörsüz Türkiye sürecinin kilometre taşı mesabesindeki Sayın Bahçeli ve Öcalan’ın konuyla ilgili açıklamaları saldırının şifresi ya da tetikleyici unsurunu barındırıyor desem ne dersiniz?
Dün güne İsrail’in İran’ın nükleer çalışmalarını hedef aldığı saldırının şokuyla başladık. Şok diyorum çünkü sağlıklı bir devlet aklı, ortalama bir stratejik zekâ böyle büyük bir kumara tek başına karar veremez.
Ama Netanyahu yaptı. Yaptı, çünkü ‘benden sonrası tufan’ diyerek elindeki son kozu da oynadı. Şu denklemde İran’a saldırmak, Rus ruleti oynamaktan farklı bir şey değil.
İç siyaset açısından sıfırı tükettiği, dış dünyada her gün bir müttefikini kaybettiği, amentüsünün birinci maddesi Siyonizm’i körü körüne desteklemek olan ABD’nin bile tam desteğinden emin olamadığı bir ortamda, can simidi olarak sarıldığı bu saldırı, belki de Netanyahu için sonun başlangıcı olacak.
Neden mi?
Terörist İsrail’in yaklaşık iki yılda yaptığı soykırım ve mezalimle ilgili Madleen gemisinin dünya kamuoyunda uyandırdığı farkındalık Netanyahu’yu köşeye sıkıştırdı.
Madleen’in kelebek etkisiyle Kuzey Afrika ülkelerinde canlanan “Küresel Gazze Yürüyüşü” dünyanın dört bir yanında makes buldu. On binler Refah kapısına yürümek için Kahire’de toplanıyor. Bu da katil yönetimin asabını bozmaya yetiyor.
Pamuk ipliğine bağlı Netanyahu koalisyonu, Ultra-Ortodoks Yahudilerin Yeşiva öğrencilerinin askerlik sorunu yüzünden yıkıldı, yıkılacak.
Gazze’deki katliamın sponsoru ABD’nin barış vaatleriyle iktidara gelen başkanının çizilen karizması, Kaliforniya da başlayan ve diğer eyaletlere sıçraması muhtemel ayaklanmayı bastırmak için aldığı tedbirler yüzünden ayaklar altında sürünüyor.
Avrupa ülkelerinin Ukrayna’ya verdikleri kayıtsız şartsız destek nedeniyle hem birbirlerinin, hem de dünya halklarının yüzüne bakacak halleri kalmadı.
Bu sorumsuzluklarından dolayı, Rusya ne zaman nükleer kullanacak, 3. Dünya savaş ha çıktı, ha çıkacak diye dünyanın yüreği ağzında, hop oturup hop kalkıyor.
Bütün bu ahval ve şeraite rağmen Netanyahu, hiçbir küresel ve bölgesel riski hesaba katmadan petrol kuyusuna Molotof atar gibi bu çılgınlığı yaptı.
Kendi iktidarını uzatmak, dünyanın dikkatini Gazze’den başka yere yöneltmek ve bir de beyaz saraydaki sahiplerine rahat bir nefes aldırmak için bütün bu şizofrenik tavırlar.
Bu hamlenin dünya barışına etkisi, bölgesel krize katkısı, ekonomik çıktısı hiç biri umurlarında değil. Hedefleri, söyledikleri gibi uranyum zenginleştirme programı falan da değil. Öyle olsa devam eden müzakerelerin sonucu beklenir ya da sonlandırılırdı. Daha önce Irak’ta, Libya’da, Afganistan’daki gibi, bölgeyi kaos ve istikrarsızlığa sürüklemek.
Bu saldırının Cuma günü, Şiilerin Gadir-i Hum Bayramından bir gün öncesine denk getirilmesi ince bir hesabın neticesi.
En önemli soru şu; ABD bu işin neresinde? Trump, ‘birlikte mi yaptınız’ sorusuna evet diyemedi, destekliyoruz dedi. Benim kanaatim, desteklemek zorunda kaldık demek istedi. Yemin etsem başım ağrımaz, Pentagon sadece bilgilendirilmiş, ya da bilgilendirmiştir.
Bu pervasızlığın temel sebebi İslam ülkelerinin dağınık, sahipsiz ve başıboşluğudur. Bu olaylar yaşanırken bir tarafta Trump’ın Gazze vizyonu, diğer tarafta Ortadoğu başkentlerindeki karşılanma sahneleri gözümün önüne geliyor.
Denklem şöyle kuruluyor; İsrail ABD’ye yaslanıyor, ABD bölgedeki piyonları kukla yöneticilere güveniyor, onlar da parayla kurdukları iktidarlarından güç alıyor. Halkı hiç hesaba katan yok. Oysa iktidarların gerçek sahipleri halktır. Bunu sözde demokrasi havarileri nasıl unutuyor acaba!
Ortadoğu’da bunun mümkün olmadığını düşünen arkadaşlara; orada okumuş, çalışmış, yaşamış birisi olarak 2011 Tahrir devrimi ve yasemin devrimini hatırlamalarını öneririm. Veya en yakın Suriye devrimini. Şartlar olgunlaştığı zaman bir bakmışız İsrail bile tarih olmuş.
Muhaberesiz muharebe olmaz.
Sözün tarihçesi ta Babür Name’ye kadar dayanıyor. Gençler için tercüme edelim; iletişim olmadan, savaş kazanılmaz. İletişim sığ kalıyor, tam karşılığı istihbarat olmalı. Yani askeri üstünlük, istihbari üstünlüğe bağlıdır. Bunun içine; istihbarat, karşı istihbarat, saha ajanlığı, elektronik iletişim, kamu diplomasisi, 5. Kol faaliyeti her şeyi katabilirsiniz.
İran’ın son bir yılda yaşadığı siyasi ve askeri kayıplarına, bugünkü operasyonun sonuçları da eklenince, konunun ne denli hayati olduğu gayet net anlaşılıyor.
İran’ın bunca yıllık devlet geleneğine rağmen, çok derin istihbarat açıkları olduğu ortada. Bu konuda hamasetten daha ziyade şeylere ihtiyaç var. Bundan bölge ülkelerinin de üzerine düşen dersleri çıkarması gerekir.
İran; özellikle 79 devriminden sonra, konjonktürel olarak kendini antiemperyalist ve anti Siyonist bir düzlemde konumlandırdı. Buna rağmen istihbari manada bu kadar defekt veriyorsa, ülkemizi bu manada kıyaslamak bile istemem.
İsrail bu kara deliği kendi namına iyi değerlendirmiş maalesef. Ancak bu çapta bir operasyonu tek başına yapmadığı da sır değil. ABD bilfiil işin içinde olmasa bile, çok ciddi lojistik ve istihbari destek verdiği kesin.
Hülasa; Siyonist rejimin bölgede bu fütursuz ve mütecaviz hareketleri ilk değil, son da olmayacak. Her sorumsuz hareketi, bölge halklarının öfke ve kinini bir kat daha artırıyor, bilinçlenme ve bilenmelerine zemin hazırlıyor.
İran’a karşı görece teknik ve iletişim üstünlüğü olabilir, ama pers halkının tarihi, kültürel geçmişinin yanında pek de bir değer ifade etmez. Rüzgâr kayadan ne götürebilir ki. Bu ekilen fitne rüzgârlarının dalga dalga tufana dönüp, İsrail’e yağması yakındır bi avnillah
Senenin en mübarek günlerini yaşıyoruz kardeşlerim. Bu günleri kutsal beldelerde karşılayan bahtiyar müminleri tebrik ederim.
Ne mutlu; kefen gibi beyaz ihramlar giyip, kavrulan Arafat kumlarını ter ve gözyaşıyla nemlendirenlere.
Ne mutlu; kendi derdini unutup, geride kalanlar için dilini, gönlünü bezledip dualar edenlere. Lebbeyk Allahümme lebbeyk nidalarıyla kelebekler gibi uçuşan, birbirleriyle tebrikleşen cennet kuşlarına, ne mutlu.
Ülkemizi temsilen 85 bin kardeşimizin de içinde bulunduğu, yürekleri kıpır kıpır, gözleri rutubetli, kalpleri rikkatli, dünyanın dört bir yanından gelen, yaklaşık üç milyon seçkin Mümin, hac ibadetinin en önemli duraklarından Arafat’talar bugün.
Yer ve gök birbirine iyice yaklaştı, hüccacın tekbir ve telbiyeleri, meleklerin tesbihlerine karıştı. Allah(cc)’ın rahmet ve mağfireti ovalardan taştı, dağları aştı. Mahşerin provasıdır yaşanan.
“Arafat’ta akşamlayanlar için, Allah(cc) dünya semasına iner ve onlarla meleklere karşı övünerek şöyle der: Kullarım her derin vadiden, yorgun bir yüzle bana geldiler ve rahmetimi umuyorlar. Günahları kum taneleri veya yağmur damlası veya denizköpüğü kadar olsa bile onları affederim. Haydi kullarım! Şefaat ettiğiniz şey ve kişiler için bağışlanmış olarak çıkın.”(Taberani)
Hacc, Kâbe’yi tavaf etmek gibi algılansa da, bu büyük ibadetin özü, olmazsa olmazı Arafat’tır. Hacc ve Umre ibadetinin ortak noktası Kâbe’yi tavaftır ama Haccı özel kılan Arafat’tır. Kâinatın efendisi bu gerçeğin altını, “Hacc Arafat’tır” buyurarak kalınca çizmektedir.(Tirmizî vd.) Arefe günü orada bulunmayanın, hacı olma şansı da yoktur.
Arafat Mekke’nin 21 km. doğusunda, Tâif yolu üzerinde, içinde granit taşlarından oluşmuş Cebeli Rahme (Rahmet Tepesi)’ni de barındıran, dağların yay gibi çevirdiği, doğudan batıya 6,5 km., kuzeyden güneye de 12 km. uzunlukta, yaklaşık 14 km2 bir ovadır.
Arafat ve Arefe “bilme, anlama, tanıma” ve “güzel koku” gibi manalara gelen aynı kökten iki kelimedir. Bölgenin bu şekilde isimlendirilmesi; Hz. Âdem(as) ile Hz. Havva’nın yeryüzüne indikten sonra burada buluşup tanışmaları, Cebrail (as)’in Hz. İbrahim(as)’a haccın erkânını buralarda öğrettiği, dünyanın her tarafından gelen insanların burada birbirleriyle görüşüp tanışmaları veya günahlarını itiraf ederek Allah’tan af dilemeleri gibi temel sebeplerle irtibatlandırılır.
Bayramın bir gün öncesi olan Arafe, Hicrî yılın son ayı ve dört haram aydan biri olan Zilhiccenin 9. günüdür. Hac ayı demek olan Zilhicce İslam tarihinde önemli olaylara tesadüf etmektedir. Birinci ve İkinci Akabe biatları, Hudeybiye Antlaşması, Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in doğumu, Hz. Osman(ra)’ın şehadeti bunlardan bir kısmıdır. Cahiliye döneminde de hac ziyaretleri ve önemli panayırlar bu ayda gerçekleşirdi.
Arafat, bütün hacıların zamansal, mekânsal, eylemsel ve hatta duygusal bütünlüğünün sağlandığı zirvenin coğrafi konumudur.
Yeryüzünde insani hayatın sıfır noktası olduğu gibi, mahşerin ve ahiret hayatının da mebdei denilebilir.
Bu mekânın fazileti ve önemi haccın temel rüknü olan Arafat Vakfesine ev sahipliği yapmasından kaynaklanır.
Vakfe, sözlükte; durmak, ayakta durmak, bir yerde beklemek anlamlarına karşılık gelir. Arafat vakfesi; hacı adaylarının Arefe günü her hangi bir vakitte, kıyamda, rabbinin huzuruna durarak, dua ve niyazda bulunmasıdır. Zira o gün ve o vakit duaların reddolunmadığı müstesna anlardır.
Arafe günü hacılar öğle ve ikindi namazlarını öğle vaktinde cem ederek kılarlar. Vakitlerini tekbir, tehlîl, telbiye, salât-ü selâm ve dua ile geçirmeye gayret ederler. Akşam güneşin batmasıyla birlikte de Müzdelife’ye doğru yola çıkarlar.
“Rabbinizden bir lütuf beklemenizde sizin için bir günah yoktur. Arafat’tan dalga dalga indiğinizde Meş‘ar-i Haram’da Allah’ı zikredin; O’nu, size gösterdiği şekilde zikredin; kuşkusuz siz bundan önce yolunu şaşırmışlardan idiniz.
Sonra, insanların (sel gibi) aktığı (döndüğü) yerden, (Arafat’tan) siz de akın edin, Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”(2/198-199)
Arefe günü ve Arafat’ın faziletine dair şu hususlar da öne çıkmaktadır.
“Bugün dininizi (hükümleriyle) kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak (hayat tarzı olan) İslâm’ı beğenip seçtim.”(5/3) Ayeti kerimesi böyle bir günde Arafat’ta nazil olmuştur.
İslam’ın intişarını müjdeleyen bu ayet-i kerime, bir yandan da peygamberliğin hitamını ve Rasulullah (sav) efendimizin vefatını haber veriyordu.
Peygamber(S.A.V) Efendimiz, dünyanın ilk evrensel insan hakları manifestosu kabul edilen Veda Hutbesini burada irat etti. Kan davası, faiz, ırkçılık, kadın hakları gibi birçok küresel ve tarihsel temel insan hakkına bu hutbede dikkat çekmiştir.
Kütüb-ü Sitte’den Müslüm’de zikredilen bir Hadis-Şerif, “Allah’ın cehennem ateşinden en çok canı âzâd ettiği günü, Arefe” olarak müjdelemektedir.
Kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazına kadar, her farzın ardından okunan teşrik tekbirlerine Arefe günü sabah namazıyla başlanır.
Bunca beşaretin çoğu, hacca niyet edip o günü Arafat’ta idrak eden nasipdar Müslümanlar içindir. Ancak yine efendimizin mübarek ağzından dökülen inci tanelerinden biri var ki o; herhangi bir sebeple arkada kalıp da, bu atmosferi yakalamak, Arafat iklimini memleketinde yaşamak isteyen mahzun yürekler inşirah serpmektedir: “Arefe günü oruç tutmak, geçmiş ve gelecek senenin günahlarına kefarettir.” (Müslim)
Bu hadisi yorumlarken merhum ve mağfur hocamız M. Es’ad Coşan; bu müjde kişinin gelecek yılda yaşayacağını da haber verir demişti.
Hac meşakkatli, o kadar da mükafaatlı bir ibadettir. Her anı, her mekânı güzel fırsatlarla, büyük müjdelerle doludur. Hz İbrahim (as)’ın izinde, onun öğrettiği gibi ilerlerken, teslimiyetini ve sadakatini yakalama azmi önemlidir.
Müzdelife’de topladığımız taşlarla şeytanı taşlarken, kendi nefsimizi ve günahlarımızı hedefe koymalıyız.
Kurbanımızı keserken en sevdiğimizi, İsmail’imizi göz önüne getirmeliyiz. Bu bilinçle tekbirimizi tekrar edip, tüm hücrelerimizle Elhamdülillah diyebilmeliyiz.
Niyet ve ihlasını koruyup, Haccın erkânına riayet ederek vazifesini tamamlayan hacılar için Sadiku-l Va’di-l Emin efendimiz; “makbul bir haccın karşılığı ancak cennettir” buyurmaktadır. Onların vatanlarına, “analarından doğduğu gün gibi” günahlardan arınmış, tertemiz döneceğini müjdelemektedir.
“Hacılar ve umreciler (kavimlerinden) Allah’a gelen elçilerdir. Kendisine dua ederlerse dualarına icabet eder, O’ndan bağışlanma dilerlerse onları bağışlar.”(İbn Mâce, Neseî)
Kurban; bu büyük ibadetin, muazzam müjdenin, rahmet ve arınmanın şükraniyesidir.
Bayram; olmak için fenanın, bulmak için fedanın, almak için vefanın tecelli sahnesidir.
Hacılarımızın haccını ve müminlerin bayramını tebrik ediyorum.
Ya rabbi! Kulların ibadet için kurban kesip, bayram ederken, Gazze halkı çocuklarını, eşlerini, kadınlarını kurban etmeye devam ediyor. Bizi bu utançtan kurtar, zalimin hakkından en güzel sen gelirsin. Sen her şeye Kadirsin.
“Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem ıyd içün,
Dem-be-dem, sâ’at-be-sâ’at, ben senin kurbanınam” Fuzuli
Ali Baba ve Kırk Haramiler
İç siyasette yaşanan son olaylar Ali Baba ve Kırk Haramilere ne kadar çok benziyor değil mi? Ortadoğu kaynaklı Binbir Gece Masallarından alınan hikâye Yeşilçam’a da aktarılmıştı. Filmin akıllarda kalan en öneli kısmı Kırk Haramiler marşı. Hala melodisi bile aklımda; kaba bir sesle, koro halinde..
Kırk Haramiler, Kırk Haramiler
Biz haramiyiz, hep haram yeriz
Kırk Haramiler, Kırk Haramiler
Doğruluk nedir, biz hiç bilmeyiz.
Asmak, kesmek
Kelle uçurmak
Hırsızlıktan altın vurmak
Kırk Haramiler, Kırk Haramiler
….
Bundan sonra Ekrem’e Özgürlük mitinglerinde ve kurultay salonlarında 10.yıl marşının yerine bu çalınsa daha yakışık alır. Zira çalmak, çırpmak, kelle uçurmak, konuyla daha özdeş.
Mayıs’da havaların ısınmasıyla eşzamanlı, siyaset kazanı da fokur fokur kaynamaya başladı. Bu ısınma en çok da ana muhalefet liderlerinin kanını kızıştırdı. İBB’de başlayan diploma yolsuzluğu, rüşvet, irtikâp, ihaleye fesat sarmalına bir de pavyon masalarında kurulan delege pazarı gibi mide bulandırıcı söylentiler eklenince, yöneticilerin kimyası bozuldu.
Yurtta Barış, CHP’de Savaş
Barış deyince hemen aklınıza CHP eski Milletvekili ve Gazeteci Yarkadaş’ın; “Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” çıkışı gelmesin. Ben kurucu Genel Başkanları Mustafa Kemal’in dillerine pelesenk ettikleri, “yurtta sulh, cihanda sulh” mottosunu telmih ettim, Arapça kökenli kelimelerden hoşlanmıyorlar ya.
İlk taşı en günahsız olanları attı. Düelloyu ilk sabık genel başkan başlattı. Kemal Kılıçtaroğlu 4-5 Kasım 2023’te gerçekleşen şaibeli 38. Genel Kurultaydan mağlup ayrılmasının akabinde; “arkamdan hançerlendim” demişti.
Sağ elini masaya vurarak;‘vallahi de, billahi de bu ra da yım’ demesi hala hafızalarda. Kılıçtaroğlu’nun etnik kimliği, siyasi performansı bir yana, devlet umuru görmüş adamdı.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun malum sürecin sonunda gözaltına alınması, soruşturmanın dalga dalga genişlemesi üzerinden bir mağduriyet hikâyesi yazmaya çalışan çiçeği burnunda genel başkan, bunu kendi koltuğunu pekiştirmek için bir fırsata çevirdi. Bunu yaparken de siyaseten tehlikeli ve zehirli bir dil kullanmayı tercih etti. Süreç boyunca her fırsatta savaştan, savaş hukukundan ve taraf olmaktan bahsetmektedir.
Ülke olarak kırk yıllık PKK terörünü suhuletle bitirip terörsüz Türkiye’nin eşiğinde umutla beklerken, Özgür Özel’in böyle bir üsluba sarılması, kendi tabanından sağduyu ve aklıselim sahibi yurttaşlar tarafından dahi kabul görmemektedir.
Haraçhaneden fonlanan bir grup ucuz kalemşörün Kılıçtaroğluna dönük hakaret, küfür ve tehditlerine genel merkezin sukutu cesaret vermekte ve teşvik etmektedir. Barış Yarkadaş TV ekranlarında isim, tarih, mekân vererek, medya mecralarına saçılan bu pespayelikleri, milletin huzurunda teşhir etmiş, bunların medya ve sanat camiasıyla çarpık ilişkilerini gözler önüne serip, iplerini pazara çıkarmıştır. Varsa tabi kızaracak yüzleri, insan içine çıkamaz, yüzüne tükürürler diyenlerin, kendilerinin insan içine çıkacak halleri kalmamıştır.
Kılıçtaroğlu dün yaptığı bir paylaşımla hayatına kasıt içeren tehditleri tek tek sıraladı. Ne yazık ki, o da Anadolu’nun kurtuluşunda düşmana karşı kullanılan: “onları harim-i ismetimizde boğarız” ifadelerini kullanarak parti içindeki canhıraş ‘savaşa’ benzin serpmeyi yeğledi.
Coğrafya olarak zaten bir ateş çemberinin ortasındayız. Suriye’de henüz silahlar susmuş, Karabağ’da barış sağlanmış, dünyanın yüreğini ağzına getiren Keşmir’de nükleer gerginlik yeni sükûnet bulmuşken; Gazze’de soykırım bitmemiş, kuzey sınırımızda her an bir dünya savaşına evrimle potansiyeli olan Ukrayna Rus savaşı üç yıldan fazladır devam ediyor.
Bütün bu krizlerin odağındaki ülke, Türkiye’mizdir. Dünya bu kaosun kilidini ancak Türkiye’nin çözeceğine inanıyor ve bunu takdirle takip ediyor.
Hükümet Türkiye’yi dünya barışının başrol oyuncusu, İstanbul’u da barışın başkenti haline getirmek için kıtaları arşınlarken; ana muhalefet partisi, hakkında çok ciddi yolsuzluk iddiaları bulunan bir siyasi figür için, ülke itibarını ayaklar altına alacak eylem ve söylemler geliştiriyor.
Bu sakif dil Türkiye Yüzyılı Vizyonunu baltalamaktan başka işe yaramıyor. Türkiye’nin global krizlerde oynadığı kilit rolle tezat teşkil ediyor.
Hukuka intikal etmiş bir yolsuzluk dosyasının ardından kitleleri sokağa çağırmak, mitingler düzenlemek, belki CHP yönetimi için günü kurtarmaya yarayabilir ancak millete bir fayda sağlamaz. Bunlar siyaseti kirleten ve artık ülkemizde görmek istemediğimiz şeyler.
İstanbul sınırlarını aşan, her gün biraz daha genişleyen ve altından ne çıkacağı belli olmayan iddialar için bu gayretler, belki yarın mahcubiyet sebebi olacaktır.
Gerçi dipçiksiz iktidar yüzü görmeyen bir siyasal yapı için bunlar genetik bir tekrar ve geleneksel bir ritüelden ibarettir. Koltuğu devrettikleri Başbakan ve Bakanların asılmasını alkışlayan bir zihniyetin, Genel Başkanlarını tehdit etmeleri yadırganmamalı.
İSKİ skandalının yaşandığı yerden tekrarlanması, onun faş olması gibi benzer yollarla ortalığa saçılması, İmamoğlu’nu savunmak için sarf edilen kurumsal gayretleri mazur göstermeye yeter de artar bile. Güneş motel olayını burada hatırlamazsak, Ecevit mezarında rahat edemez. Allah taksiratlarını affetsin.
İç siyaset yazmak benim de hoşuma gitmiyor. Okurlarımın ilgisinden onlarında tasvip etmediğini sezinliyorum.
Peki, niye yazıyorsun o halde, diyebilirsiniz. Onların dilinden cevap vereyim:
Bir ülkede namuslular, namussuzlar kadar ses yükseltmedikçe kurtuluş yoktur.