36,0349$% 0.07
37,1675€% 0.04
44,5672£% -0.01
3.379,89%0,45
5.577,00%0,45
22.236,00%0,45
2.920,04%0,45
9.845,85%-1,06
3536932฿%1.14499
09 Şubat 2025 Pazar
Ş’yi bilerek şeddeli yazdım. Çünkü eşşeklikte birinin yekdiğerinden pek bir farkı yok. Tih çölünde kuma saplanan, debelendikçe daha da batan Yahudi eşşeği gibiler. Kâh biri diğerine semer vurup sırtına biniyor, kâh o inip diğerini semerliyor.
Biri vahşi kapitalizmin başkentinde kirli parasıyla konuşan, dolarla her şeye sahip olabileceğine inanan bir megaloman; diğeri elinde her türlü silah ve güçle, imandan başka imkânı, Allah’tan başka dayanağı olmayan bir avuç Filistinliye bela olup yağan, tüm insani değerlerden ari ölüm makinası. Gazze’nin enkazına gömülen itibarını ve kaybetmek üzere olduğu iktidarını kurtarmak için son sığınağı kanlı küresel Yahudi sermayesi.
“Servet bilgiyle artsaydı, cahilden daha yoksul kimse olmazdı” der Şeyh Sadi Şirazi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde yaptığı çılgınlıklar üzerine, onu seçen iradeyi anlamak açısından 2019’da “Amerikan halkı bu kadar ahmak mı” diye bir yazı yazmıştım. Zira daha önce aktrisleri, kovboyları seçmişlerdi ama hiçbiri bunun kadar sıra dışı değildi.
2017’de seçildiğinde Rusya’nın siber müdahalesiyle iktidar oldu diye iki yıl soruşturuldu. Görevdeyken azil süreci yaşadı, direkten döndü. Seçimi kaybedince taraftarları kongreyi işgal edip, kan döktüler. Bütün bunlara rağmen Biden’a emanet ettiği başkanlık koltuğunu geri almak için girdiği yarışı sürpriz bir farkla kazandı.
Bunak Biden gitti, şizofreni Trump geri geldi. Küpün içinde ne varsa, dışına o sızıyor. Ayağının tozuyla yediği herzeler şöyle dursun; şimdi siz karar verin Amerikan halkı bu kadar ahmak mı, değil mi? Yoksa FBI, CIA, Pentagon, derin ABD dünya halklarına başka oyunlar mı kuruyorlar? Karar veremediyseniz, yazının sonunda yeniden düşünün.
İhtisasa saygım var, psikolog ya da sosyolog değilim. Elbette derslerini aldım, kitaplar okudum. Mamafih yıllardır sosyal hizmetlerde engelli ve yaşlılık alanında çalışan biri olarak bu kadarına hakkım olduğunu düşünüyorum, üstatlar gücenmesin.
İnsanlığa karşı işlenen suçlarda suç ortağı iki ülke liderlerinin başrolünü paylaştığı bir tragedya sergilendi dün beyaz sarayın oval ofis sahnesinde.
Gazze’de işlediği ‘savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan’ dolayı, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından hakkında tutuklama emri bulunan bir katili ABD’ye davet ederek, ona diplomatik nezaketin çok fevkinde iltifatla, hukuk tanımazlıklarını, yaşanan soykırımın müşterek faili olduklarını dünya kamuoyuna itiraf etmiş oldular.
Trump’ın adaylığı döneminde başlattığı, seçilince vites yükselterek statüko ve küresel düzene çomak sokacak mahiyetteki beyanatları Beyaz Saraya geçince zirve/zırva yaptı.
Grönland, Kanada ve Panama çıkışı tüm dünyayı şoka soktu. ‘Delidir ne yapsa yeridir’ kabilinden bir tehdit olarak yorumlandı genelde. Aklıselim hiç kimse ciddiye bile almadı. Bende oluşan kanaatte ölümü gösterip hastalığa razı etmek istiyor şeklindeydi. Dünya kamuoyunu meşgul edip; başka siyasi, ekonomik gasplar düşünüyor diye tahmin etmiştim.
Koltuğa oturana kadar savaş başlatmayacağını, Ukrayna savaşını 24 saatte bitireceğini söyleyerek sarı saçlı, mavi gözlü pıtırcık bir güvercin profili çizmişti Trump. Gazze’deki ateşkesin mimarı olduğunu iddia etmişti.
Koltuğa oturduktan sonra cin şişeden çıktı, gerçek kimliğiyle arz-ı endam ederek şahinleşti ve Filistinlileri sürgüne gönderip, Gazze’yi İsrail’den devralacağını, orada dünya insanlarının yaşayacağı müreffeh bir imar planından bahsetmeye başladı.
Soykırım mahkûmu bir başbakanı ülkesinde bir hafta ağırlayan ABD başkanı, bununla da yetinmeyip garabet bir karara imza atarak UCM üyelerine yaptırım uygulayacağını duyurdu.
Bu onun devlet adamlığının yanında akıl ve ruh sağlığının kalibresini de görmek için şayanı dikkat bir husustur.
UCM, Temmuz 1998 de BM kararıyla; soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları gibi konularla ilgili uluslararası kalıcı bir mahkemenin tesisine esas Roma statüsünün, ABD’nin de ilk imzacılar arasında yer aldığı 125 ülkenin katılımıyla kuruldu. ABD’de daha sonra Irak işgaliyle kendisine geri dönüş olması endişesiyle 2002’de imzasını resmen geri çekti.
BM’ye ev sahipliği yaptığı halde BM karalarını hiçe sayan, en temel insan haklarının ayaklar altında çiğnenmesini alkışlayan, etnik temizlik ve soykırımı meşrulaştıran bir politik duruş. Konu Müslümanlarla alakalı olduğunda hiç bir hukuk ve etik değerin anlam ifade etmediği, sözüm ona ‘Batı Medeniyeti’nin timsali, Amerikan rüyası gibi ışıltılı kelimelerle pazarlanan ABD olgusunun içi boş bir propagandadan ibaret olduğu bilmem daha nasıl anlatılabilir, anlaşılabilir.
Trump; “Gazze’nin bir cehenneme döndüğünü, Filistinliler için komşu ülkeler de daha güvenli yaşam alanlarının oluşturulması gerektiğini” belirtmiş. Doğru Gazze’de yerin üstü sizin için bir cehennem ama altı Gazzeliler için bir cennet. Oranın bu hale gelmesinin sorumlusu ABD ve taşeron İsrail hükümetidir.
Onlara sormak lazım; cehenneme müstahak olduğunuzu biliyoruz ama bu acele niye? Siz Gazze’yi hangi yüzle ve ne hakla istiyorsunuz? Gazze’yi hak edecek ne yaptınız? Oysa Gazzeli kadın ve çocuklar her karışını canları, kanları ve gözyaşlarıyla sulayarak vatanlarına sahip çıktılar. Ve hepsi Gazze’de ölmeye yemin etmiş bir halk.
Gazze, Gazzelilerindir. Gazzeliler ev sahibi, siz işgalcisiniz. Onlar haklı, siz zalimsiniz. Gazzeliler güçlü, siz korkaksınız. Yaşattığınız bunca acıya, sürgüne, yokluğa rağmen hiçbir Gazzelinin Hamas yönetimine, anlaşmalara, bırakın isyanı, sitem ettiğini gördünüz mü? Günün sonunda hak galip gelecek ve siz kaybedeceksiniz.
Kaldı ki bu film ilk defa vizyona girmiyor. Biz bu senaryoyu Kıbrıs’tan, Ege adalarından, Musul Kerkük’ten biliyoruz. Yüz yıl önce Filistin’i Osmanlıdan koparıp otoritesizleştirerek Yahudi’ye peşkeş çekmiş, İsrail’in devletleşmesinin yollarını böylece açmıştınız.
Hülasa, gelinen noktada cari ateşkes Hamasın bir zaferi, İsrail’in hezimetidir. Esir takaslarındaki fotoğrafı dünyayla beraber İsrail halkı da izliyor.
Güneş balçıkla sıvanmaz. Hak ne, zalim kim; kim devlet, kim örgüt, herkes ayan beyan görüyor. Sizin kapalı gişe tuluatlarınıza artık kimse inanmıyor.
“Biz inançlıyız! Biz Güçlüyüz!
Güç silahta, parada değil, adalet, doğruluk ve Hak’tadır.” M. Nureddin Coşan
Eski yazılarımda da kısmen değinmiştim; Filistin davası bizim için dini, kültürel, tarihi, coğrafi bir hamaset konusundan ibaret değildir. Amerika’nın Gazze’yi istemesi, Türkiye’nin Suriye’yle yakınlaşması, bizim kader coğrafyamızda, mavi vatan gibi siyasi-ekonomik gelecek ve varoluş tezlerimizle doğrudan alakalı bir durumdur.
Bu durum bazı ödlekleri şimdiden korkuya sevk etmesin. Bu bölge ne Firavunlar, ne Nemrutlar, ne Şeddatlar gördü/gömdü. Önemli olan tarihin doğru safında; Şeddad’ın karşısında Hud’un, Nemrud’un Karşısında İbrahim’in, Firavun’un karşısında Musa’nın yanında yer almak. Şartlar ve imkânlar açısından bugün daha şanslı ve güçlüyüz.
“(Ey mü’minler!) Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınızdan) çok üstünsünüzdür.”(3/139)
Nakşi geleneğinin en önemli öğretilerinden biridir; “Halvet der-encümen.” Halk içinde Hak’la beraber olmak anlamına gelir. Şam’da adına yapılmış Hankah bulunan, Haceganiye’nin kurucusu Abdulhalik-i Gucdüvânî’nin sekiz prensibinden biridir. Manevi fetih yürüyüşünü; halkın içinde, Hak’tan kopmadan, riya yapmadan, kibre düşmeden, şöhret olmadan sürdürmeyi telkin eder. “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir” özdeyişinin ilham kaynağı.
Günümüzde de halkçılık akımları var. Suriye’deki sosyalist baas rejimi de onlardan biriydi. Nahak yere halkı katleden, Hakk’a olan hıncını, halktan çıkaran katil sürüsü.
Hamdolsun; Suriye’de hak yerini buldu, halk gereğini belledi.
Gel gör ki bizdeki ruh ikizleri halka rağmen halkçı, cumhura düşman cumhuriyetçi, millet iradesinden hazzetmeyen milliyetçiler bu durumu bir türlü içselleştiremediler, kendi tabirleriyle.
Türkiye’de girdiği her seçimi ortalama %50’yle kazanan lidere diktatör derken, Suriye’de kendi halkına on yıllardır sistematik zulüm ve insanlık suçunu reva gören Esed’e ağıt yakacak cibilliyetteler. Halkın bu zalimlerin heykellerini yıkması, posterlerini yırtması, mozolesini yakması bizimkilerin kanına dokunuyor nedense. Hümanist duygulardan diyeceğim, haşa; savaştan kaçan insanların ülkemize sığınmasına bile isyan ettiler yıllardır.
Ne oldu; geldiler, gördüler ve dönüyorlar. Dönerken Türkiye Cumhuriyetine, Cumhurbaşkanına ve özellikle halkına nasıl teşekkür edeceklerini bilemiyorlar.
Bu milyonların ülkenin geleceğinde nasıl bir rol oynayacaklarını size anlatmaya gerek yok. Peki, sizin bu mazlumlara yaptığınız hakaretlerden dolayı vicdanınız sızlıyor, yüzünüz kızarıyor mu hiç.
Olayın içinden birisi olarak bunları tarihe not düşmek için yazıyorum. Bu milletin alicenaplığının önünde de şükranla eğiliyorum.
Ayrıca Suriye’nin yeni yönetimine de bir öneri sunmak istiyorum: Hama katliamı sorumlusu baba Esed’in Lazkiye’deki anıt mezarının yerine büyük bir kenef yapılsın. Tıpkı Ebu Cehil’in Kâbe’nin dibindeki evinin yerine, Mekke’nin en büyük umumi helalarının yapıldığı gibi. Bütün halk düşmanı katil diktatörlere ibret olsun.
Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki! ..
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn…
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin! (M AKİF ERSOY)
Gazze’de olduğu gibi burada da şu hataya düşmeyelim. Sanki baas rejimi sütten çıkmış ak kaşık da, bütün mesele 2011’de çıkan iç kargaşayla başladı; rejim ilk günden itibaren ihanet, kan ve gözyaşı üzerine kurgulanmış bir diktatörlüktür.
Esed’lerin tarih sahnesine çıkışı, 1970’te Filistin Kurtuluş Örgütüne destek için gönderilen Suriye güçlerinin geri çekilmesiyle başlar. Dönemin Savunma bakanı Hafız Esed, 13 Kasım 1970’te yaptığı askeri darbeyle hem ‘Arap Sosyalist Baas Partisi’ liderliği, hem de ülkenin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Ne olduysa da ondan sonra oldu.
Genetik katil Esed ailesinden baba Esed zamanında özel kuvvetler komutanı olan amca Rıfat Esed, 1982 Şubatında Hama’da, İhvan-ı Mislimin mensubu en az 30 bin kişiyi katletti. Suriye İnsan Hakları Ağının (SNHR) raporuna göre kaybolan 17 bin kişiden bir daha haber alınamadı. Rejim güçlerinin havadan ve karadan düzenlediği 27 gün süren bombardımanda kent merkezinin üçte biri yok edildi. 88 cami, 3 kilise ve çok sayıda tarihi eser harap oldu.
Halep-Şam güzergâhında yer alan Suriye’nin üçüncü büyük şehri Hama, İslami hareketin üssü ve muhalif ihtilalin en öneli köşe taşlarından biridir. Mart 2011’de başlayan ayaklanmanın merkezi de bu gamlı şehirdi. En ağır yıkım, en büyük katliamlar burada yaşandı.
3 Haziran 2011’da kentin Asi Meydanı’ndaki göstericilerin üzerine ilk ateş burada açıldı ve 70 sivil hayatını kaybetti.
4 Ağustos 2011’de tanklarla şehre giren katil sürüleri en az 130 barışçıl göstericiyi öldürdü.
Şubat 2012’de Humus’un Baba Amr Mahallesi bir ay boyunca tanklarla ablukaya alındı ve yoğun saldırılar sonucu 4 bin kardeşimiz şehit edildi.
Hiçbir değer tanımayan rejim askerleri 4 Şubat 2012’de Humus’ ta Mevlit Kandili gecesi aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 337 sivili varil bombalarıyla katletti.
Yüz binlerin hayatına mal olan varil, vakum, misket, sığınak delici bombalar ve havan toplarının yanında iç savaş boyunca Doğu Guta, Han Şeyhun, Duma başta olmak üzere 217 kimyasal saldırı gerçekleştirildi. Bu vahşi saldırılarda en az 1630 kişi şehit oldu. Sayısal verilerin yaklaşık değer olarak belirtilmesinin sebebi tespit edilebilen rakamlardan oluşmasıdır.
Ülkede iç savaşın başladığı 2011’de nüfus 22 milyondu. Bu zaman zarfında en az 55 bini çocuk olmak üzere 600 binden fazla kişi hayatını kaybetti. Bu rakamın üçte birinden çoğu kayıp ve bir mezarları bile yok.
Yaklaşık 6,5 milyon insan ülke içinde yerinden edildi. Bunların çoğu kuzeyde oluşturulan güvenli bölgede, çadırlarda, sağlıksız ortamlarda yaşadı.
3,6 milyonu Türkiye’de olmak üzere, 6 milyon sığınmacı Suriye’yi terk etti.
8 Aralıktan sonra ülke geneline hâkim olan bayram havası sığınmacıların yurtlarına dönüşlerini de hızlandırdı.
Savaşın ekonomik yansımasıyla ilgili 2021’de Almanya’da yapılan bir araştırma, 10 yıllık maliyetin 1,2 trilyon doların üzerinde olduğunu ortaya koydu. Raporda; “iç savaşın bugün sona ermesi halinde artçı maliyetlerin 2035 yılına kadar 1,7 trilyon doları bulacağı” da hatırlatılıyordu.
Ayrıca araştırma; Suriye’de çocukların yaşam süresinin son 10 yılda yüzde 13 oranında azaldığının da altını acı bir şekilde çiziyor.
Bizim dış ticaretimiz için de vazgeçilmez olan Ortadoğu’nun en önemli güzergâhı Uluslararası M5 karayolu Suriye’nin şah damarı demektir. Orayı ele geçiren, Suriye’ye hâkim olur.
Eski Şam yönetimi 13 yıl önce kendi halkını önüne katıp, katliamlar yaparak M5 boyunca Humus, Hama, Halep, İdlip güzergâhından Türkiye sınırına sürmüştü. 13 gün süren 8 Aralık devrimi ise ters istikamette aynı güzergâhta gerçekleşti.
Savaş boyunca soykırım, tehcir ve her türlü insan hakları ihlallerinin yapıldığı, hastane, pazar yeri, fırınlar gibi kalabalıkların bombalandığı; şebbihalar, hizbullah savaşçıları, rejim askerlerinin, kadın, çocuk, yaşlı ayırmadan yakından ateş ederek, boğazlarını keserek sokakları kan gölüne çevirdiği günlerde: ‘bu işler İsrail’e yarar’, ‘bunun arkasında İran var’, ‘bundan PKK karlı çıkar’ demek kimsenin aklına gelmiyordu.
İş Müslüman halkın lehine dönünce bazı antika İslamcılar, nato kafa solcular ve kafatasçı faşistler birden Ortadoğu uzmanı stratejist kesildiler, garip değil mi?
Suriye’de geliyorum diyen devrim, 8 Aralık Pazar günü Şam’ın düşmesiyle kesinleşti. Baas rejiminin kendi halkına yaptığı akıl almaz işkenceler, özellikle son 13 yılda yaşattığı bombardıman, katliam ve tehcire nispeten, sessiz sedasız sayılabilecek bir devrim. Kuzeyden güneye bir akım şeklinde yaşanan dönüşüm.
Kuzey manasında gelen Şam kelimesinden kasıt; hicazın kuzeyini işaret eden, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’den ibaret Biladüşşamdır. Türkçe’ de Suriye’nin başkenti için kullandığımız Şam, ilmi kaynaklarda Suriye’nin tamamını kapsar. Avrupa dillerinde Damascus olarak bilinen şehre, Araplar Dımaşk demektedirler.
TDV İslam Ansiklopedisinde yer alan malumatlara göre; üzerinde kesintisiz yerleşim görülen yeryüzünün en eski şehridir Şam. Arkeolojik deliller şehirde milâttan önce 4000’lere kadar giden yerleşim olduğunu haber veriyor. İlk kez Hz. Nûh’un oğlu Sâm tarafından tesis edildiği, Hz. İbrahim’in burada doğduğu, dünya tarihindeki ilk cinayet olan Kabil ile Habil olayının Şam’ın kuzeyde yaslandığı Kasiyun Dağı’nda gerçekleştiği rivayet edilmektedir.
Semavi dinlere mensup gruplar arasında yaygın kanaate göre, ahir zamanda kıyamet alametlerinden mehdinin zuhuru ve Hz İsa’ın arza ineceği nokta, Şam’ın tarihi- kültürel sembolü Emevi camii olacaktır.
Hz Ömer(ra) zamanında hicretten henüz 14 yıl sonra, Hz Halid bin Velid(ra) miladi 635 yılında, Bizans ordularını bozguna uğratarak şehri ve Suriye’yi fethetti. Emeviler’in başkenti ve hilafet merkezi de olan Şam’da ilk Türk hâkimiyeti 1075’te başladı. Mısır seferinden dönen, ilk Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim Han, 6 Ramazan 922’de (3 Ekim 1516) Şam’a girdi ve cuma namazını Emeviyye Camii’nde kıldı.
402 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan şehir, büyük yatırım ve imar görmüş olsa da yangınlar, depremler ve ayaklanmalardan başını alamamıştır. Yine de Osmanlıda yaşamış olduğu huzur, sükûn ve bereketi asla görmedi.
Sahip olduğu jeostratejik konum, Şam’ın istikrarlı bir yönetim kurmasının önündeki en büyük engel durumundadır. Tarihi hac ve ticaret yollarının, son iki yüz yıldır da enerji koridorlarının kavşağında bulunması, bu talihsiz halkı emperyal hesapların odağına koymuştur.
Son günlerde dünya gündeminin ilk sırasında yer alan ülkedeki gelişmeler, küresel emperyalizme karşı gerçekleştirilen hakiki bir devrimidir. Yüz yıldır kendisine giydirilen deli gömleğini yırtan Suriyeliler; Amerika, Rusya ve İran’ın hegamonik hesaplarını tersyüz etmiştir.
Yaşanan bu hızlı dönüşümü anlamada dünyanın bir şoka girdiği kesin. İçerde yirmi küsur askeri üssü bulunan ve Ortadoğu’yu BBG evine çeviren ABD istihbaratının erken noel sarhoşluğu, Rusya’nın arka bahçesi olarak gördüğü rejimin hamisi ve abisi rolünü abartarak oynarken gafil avlandığı, İran’ın masum imamlarının zalim Esed’i medetsiz bırakmayacağı rehaveti, muhaliflerin zafer yürüyüşünü hızlandırdı.
ABD ve Rusya’nın ters ayakta yakalandığı, İran’ınsa büyük bir acziyet içinde olması muhaliflerin konjonktürel okumasının isabetli olduğunu gösteriyor. Kardeşkanını helal gören Şii İran rejiminin, baştan beri sistematik cinayet şebekesi Esed’in sponsoru ve suç ortağı olduğunu unutmayalım, ama bu başka bir bahsin konusu.
Bu konuda en hazırlıklı ve sağlıklı öngörünün Türk istihbaratına ait olduğunun altını çizmek lazım. Stratejik hedeflerinin ve tezlerinin sahada teker teker gerçekleşiyor olması bunun ispatıdır. Çünkü Türkiye’nin söylemi hem saha gerçeğiyle örtüşüyor, hem uluslararası hukuka uygun, hem de tarihi kültürel dokudan besleniyor. Zira ‘biz bu coğrafyanın sağduyulu özüyüz’.
Şam yürüyüşünün bu kadar hızlı ve pürüzsüz olması; muhaliflerin inancı, halkın muhaliflere itimadı, rejim askerlerinin sisteme güvensizliği gibi sebeplere dayandırılabilir. Ancak ana amil mücadelenin hak ve meşruiyet boyutudur.
Baas rejiminin baştan özürlü diktası ve halkına reva gördüğü insanlık dışı, düşmanca muamele bu zaferi mukadder kılmıştır. Zira mecelle kanunudur: “küfrüzre devlet kaim olur amma, zulmüzre devlet kaim olmaz”.
Devrimin ardından muhaliflerin başarısını anlayamayan, hazmedemeyenlerin işin içinde ABD ve İsrail desteği araması; İran’ın hem kendi hezimetini unutturmak, hem de Esed’in katliamlarını aklama dezenformasyonuna omuz vermek olduğunu ihtar etmek isterim.
Bunu ıskalayanların; milli görüş deyip milli duruş gösteremeyen, Siyonizm diye diye Siyonistlerin aparatına dönüşen inançlı kardeşlerimizden olması ayrı bir üzüntü kaynağıdır.
Her şey bir tarafa; Müslümanların 500 ton basan preslerde ezilmesinden, binlerce, on binlerce masumun iffetinin kirletilmesinden kurtulmasına da mı sevinemezsiniz. Hey sıkılmaz ağlamazsan bari gülmekten utan!!
Bu büyük ve kesin bir zaferdir. Sivil halkın zaferidir. Mazlum, mağdur, mağrur Suriyeli kardeşlerimizin zaferidir.
Elbette Türkiye maddi-manevi çok önemli katkıları sunmuştur. Neler yapmıştır, nasıl olmuştur onu herkesin idrakine bırakıyorum. Ama şu kadarını hatırlatmış olayım; Ocak 2014’te önce Reyhanlı, sonra Ceyhan’da MİT tırlarına düzenlenen ihanet operasyonu ve kimlerin ne tür pozisyon aldığı bazı şeyleri anlatmaya yeter.
Her zaferin kazananları olduğu gibi kaybedenleri de vardır. Suriye halkından sonra kazananların başında Türkiye gelmektedir. İnsani boyutu bir yana; siyasi, askeri, ekonomik, diplomatik, sosyolojik ve enformatik alanlarda kazananlardanız.
Ayrıca bu zafer mazlum ve diktatöryal sistemler altında ezilen mustazaf halkalara doping olmuştur. Lübnan ve Gazze, hatta Kuzey Kıbrıs kazananlar arasındadır. Özellikle Ortadoğu’da bunu takip eden müjdeler beklemeliyiz artık.
En çok İran kaybetti, akabinde Rusya, sonra ABD. Netanyahu kâbuslar görmeye başlamıştır. PKK’nın helvasını yiyebiliriz. Suriye’nin komşuları kendilerine çeki düzen vermeye başlayacaktır.
Ya içerde, içerde yok mu kaybeden. Suriyelilerin gitmesine, bir zalim diktatörün devrilmesine, halkın ihtilaline sevinemeyen bahtsız halkçıların; hükümetin işine yarayacak diye devletinin başarısını takdir etmesini beklemek haksızlık olur.
Türkiye’yi yönetmeye talip, ittifakla Cumhurbaşkanı adayı yapılan muhalefet liderinin; “Afrin’de ne işimiz var “ nidaları hala kulaklarımızda çınlıyor. Yerine seçilen özel başkanın, Esed ülkenin servetini çalıp Rusya semalarında süzülürken; “sorunun çözümü için görüşme telkinine” ne demeli. Ya her şeye maydanoz olmakta başka marifeti olmayan İBB başkanının aklınca istihza ile: “Emevi camiinde namaz kılacaklarmış” demesi. Bir de anket şampiyonu Ankara Büyükşehir başkanı var ki, dostlar başına. Görenleri yemeden içmeden kesen Sednaya işkencehanesinden çekilen görüntüler ortaya saçılırken; “Şimdiye kadar Esad’ın zulmü bahaneleri vardı” hezeyanını, avukat kimliğiyle, Dünya İnsan Hakları Gününde sarf etti.
Tek politik söylemi Suriyelileri ülkelerine göndermek olan, kafatasçı, ırkçı profesör genel başkan vardı sahi, dımdızlak kalmıştır şimdi.
Adı milli, dili dini bir gazetenin; “İlk kazanan PKK oldu!” şeklinde attığı manşet, sadece yürekleri sızlatmadı, savrulmanın sınırlarını ve derinliklerini de hatırlattı.
Şimdi gel bu kafalara, devrimin ertesinde MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Emevi Camiinde namaz kılmasını, direnişin muzaffer lideri Colani’nin şoför mahallinde Şam turu yapmasını, sefaret binamıza bayrak çekilmesini, anlat anlatabilirsen.
Sayın Bahçeli’nin her sözü köşeli, her sözü önemli, ama şu “zillet ittifakı” yakıştırması var ya, ne isabetmiş arkadaş, içlerine girip de, insan içine çıkacak yüzü olan kalmadı.
Arkadaşlar, kaldırın başınızı; artık büyük bir devletiniz var, gurur duyabilirsiniz.
Türkiye artık oyun kuruyor, oyunu kuralına göre oynuyor. Bundan böyle bölgede kimse bizden habersiz at oynatamayacaktır.
Baş Döndüren Diplomasi
“Bu insanlar dev midir Yatak görmemiş gövde midir” der rahmetli Cahit Zarifoğlu ‘Yedi Güzel Adam’ şiirinde.
‘Coğrafya kaderdir’ tespitine tarihi de eklemek lazım. Coğrafyanın yüklemiş olduğu sorumluluklar gibi tarihin de biçmiş olduğu roller vardır.
Türkiye’nin tarihi misyonu ve aktüel vizyonu coğrafi konumuyla bütünleşince bölgesel liderlik ve küresel aktörlük fonksiyonu kaçınılmaz olmaktadır. Öyle ki; “ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin” ötesi yok. Durumun farkında olan harici düşmanların, dâhili bedbaht piyonları, bir takım istihbarat oyunlarıyla bu durumu sabote etmeye çalışsalar da, gemi limandan kalktı bir sefer. Önceki yazılarımda değinmiştim; dış politikada başarı yakın komşularla iyi ilişkilerle ölçülür. Bu olguyu pekiştirecek en güzel örnek, Türkiye’de seçilen liderlerin ilk yurtdışı ziyaretlerine Kuzey Kıbrıs’la başlayıp, Azerbaycan’la devam etmeleridir. Sınır komşularımızın birçoğunun varoluş doktrinlerinin Türkiye düşmanlığı üzerine kurulu olduğunu da bir kenara not edelim.
Aylar, seneler süren bölgemizdeki krizler ve savaşlar dünya gündeminin ilk maddelerini işgal etmektedir. Hatta öyle oluyor ki yeni doğan bir kriz eski krizleri unutturuyor. Çok geriye gitmeye gerek yok; enerji krizi, tahıl krizi, Ukrayna savaşı, Gazze katliamı, Bab-ul Mendep, yemen, vekil savaşçılar, misilleme krizleri… Bölgesel bir savaşa meydan verir mi diye yüreğimiz ağzımızda, nerede duracağı kestirilemeyen bu sorunlara sınır güvenliği ve terörle mücadelemizi katmıyorum. Suriye, Doğu Akdeniz, Libya ve Karabağ’ı da siz ekleyin.
“Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader”. Nasreddin Hoca’nın hesabıyla dünyanın merkezi burası, burada yaşananlar burada kalmıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilerleyen yaşına rağmen ramazanda yürütmüş olduğu yoğun siyasi çalışmaların ardından partisi ilk defa bir seçim yenilgisiyle yüzleşti. Gerekli değerlendirmeleri yapıp, kızmadan, küsmeden, nerde kalmıştık diyerek millet yolunda azimetine aynı tempoyla devam ediyor. Dışişleri Bakanı Fidan ve MİT Başkanı Kalın’ın son 10 günde kat ettiği mesafeyi hesaplamak mümkün değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bayramın hemen akabinde Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde Hamas lideri İsmail Haniye ve beraberindeki heyeti kabul etti. Aynı günlerde İstanbul’da bulunan Mısır Dışişleri Bakanı Semih Şükri ile de bir görüşme gerçekleştirdi. İki görüşmenin de odak noktası tahmin edileceği gibi misilleme tartışmalarıyla gündemden düşen Gazze’deki katliam, insani kriz ve akamete uğrayan ateşkes görüşmeleri.
Türkiye, 45 bin tondan fazla insani yardım ve İsrail’e ticari yaptırım uygulayan ilk ülke. Yardımların yeterli ve kesintisiz ulaştırılması, adil, acil ve kalıcı ateşkesin sağlanması konusunda yapılması gerekenler istişare edildi. Verilen fotoğraf her şeyden önce Hamas’a duyulan güven ve samimi desteğin dosta düşmana ilanıdır.
Türkiye’nin bölgede nihai barışı sağlamak için önerdiği formül belli: 1967 sınırlarında, başkenti Kudüs olan bütünleşik Filistin devleti.
Türkiye’nin diplomatik gayretleri Gazze’yi dünya gündeminin en önemli maddesi halinde tutmakta, İsrail’i uluslararası arenada izole etmekte ve vahşetin en büyük destekçilerine itibar kaybettirmeye devam etmektedir. Bu konuda alınan yolu görmemek, gelinen noktayı ketmetmek ancak zübük siyasetin harcıdır ve soykırımcının ekmeğine yağ sürmektir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki gün neredeyse kabinenin yarısını yanına alarak, tabiri caizse Irak’a çıkarma yaptı. İçişleri, Dışişleri, Milli Savunma Bakanlarının da içinde olduğu sekiz bakanla beraber, iletişim başkanı ve Dış Politika Başdanışmanıyla günübirlik bir ziyaret için Bağdat’a uçtu. Bağdat temaslarının ardından da aynı gün Erbil’e geçerek Kuzey Irak Özerk Yönetimi ile bir araya geldi.
Erbil ziyaretinin sonradan programa eklenmesinin müjdeli bir habere mebni olduğu kanaatindeyim. Erdoğan’ın Erbil ile Bağdat arasındaki ilişkilerin gelişimine katkı sunması, Irak petrolünün tekrar Türkiye’ye akmasının yolunu açacaktır. Gazze ve güvenlik konularının ana gündem olduğu görüşmelerde; terörle mücadele, ekonomi, ticaret, enerji, ulaştırma, çevre, sınır aşan sular, sağlık, eğitim gibi pek çok alanda 26 anlaşmaya imza konuldu, müzakerelerin devamı ve takibi için ortak daimî komiteler kuruldu.
Bu ziyarete Irak tarafı çok önem veriyordu. Yapılan antlaşmalar ve alınan kararlar açısından bizim için de oldukça verimli bir ziyaret oldu. Türkiye terörün kökünü kazımak için zaten bir hareket planlıyordu, onun hukuki zemini tesbit edilmiş oldu.
Gezinin en flaş başlığı şüphesiz Kalkınma Yolu Projesi Anlaşmasının imzalanması oldu. Lidyalılar zamanında yapılan tarihi ‘Kral Yolu’ güzergâhıyla örtüşen “Yeni İpek Yolu”; Türkiye, Irak, Katar ve BAE arasında, ülkelerin ticaretini canlandırmayı hedeflemektedir. Proje Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştiği Şattülarap’ta, Basa Körfezinin Faw Limandan başlayıp, Irak’ı boydan boya aşarak Ovaköy’den Türkiye’ye ulaşacak. 1200 km kara ve demir yolunu kapsayan 17 milyar dolarlık projenin 2029’da tamamlanması planlanmaktadır.
Türkiye’de denizle buluşacak olan proje ülkemizin stratejik konumunu artırırken, bölge devletlerinde ekonomik katkının yanında barış ve kardeşliğe, kültürel enformasyona da hizmet edecektir.
31 Mart Pazar günü gerçekleşen Mahalli İdareler Genel Seçimleri yurdun dört bucağında büyük bir olgunluk ve huzur içinde tamamlandı. YSK verilerine göre; 34 siyasi partinin katıldığı, 61 milyon 441 bin 882 kayıtlı seçmen için, 207 bin 848 sandık kuruldu. Katılım, diğer seçimlere kıyasla biraz düşse de ortalama yüzde 78,50 civarında gerçekleşti. Bu rakam Avrupa ortalamalarının çok çok üstünde bir rakam.
Sandıkların kapanmasında birkaç saat sonra seçimin renginin belirlenmesi, 12 saat geçmeden gayr-ı resmî sonuçların açıklanması, ülkenin kurumlarına olan güvenin ve demokratik olgunluğun göstergesi açısından oldukça kıymetlidir. Ayrıca muhalefet liderinin ve Sayın Cumhurbaşkanının seçim değerlendirmelerinde vermiş oldukları mesajlar da bu olguyu pekiştirmektedir.
Bizde, her seçimden sonra bir klasik haline gelen; ‘koyun’ muhabbeti, oylar çalındı, kediler trafoya girdi, elektrikler kesildi, şu kadar boş oy pusulası bulundu vs olurdu, bu seçimde bunları hiç işiten oldu mu? Niye, ne değişti kazanandan başka.
Küresel ısınmadan dolayı kediler bu mart sokağa çıkmadı, koyunları da biraz erkence davara saldık bu seçim.
Konuya mini bir hikâyeyle açıklık getireyim.
Köyün birinde harmana bir hırsız dadanmış. Ama bu hırsız çalmıyor, her gün bir harmanı yakıyormuş. Köylü bir tedbir düşünmüş ve köyün avaresini bekçi tutmuşlar. Akşam olmuş, bekçi evde, harmana gitmemiş. Eşi çıkışmış, niye görevinin başına gitmiyorsun, harman yanacak diye. Adam kendinden emin, rahat ol hanım, ben buradayken harmana bir şey olmaz demiş.
Seçimleri sonuçları üzerinden tartışmayacağım. Zira içerde ve dışarda beklenenden daha büyük makes buldu ve uzun süre de konuşulmaya devam edecek gibi.
Son zamanlarda yazılarımı seyrekleştirmiştim. Bunun önemli sebeplerinden biri, Gazze’yle ilgili yakıcı günden devam ettiği müddetçe başka konular, özellikle iç politika yazmamayı düşünüyordum. Ancak Gazze gündeminin yayılma eğilimi, Türkiye’yi içine çekme, hatta seçim sonuçlarını etkileme potansiyeli sebebiyle değerlendirmek istedim.
Ak Parti 22 yılın sonunda ilk defa geriye düşmüş, Ana Muhalefet Partisi az farkla da olsa öne geçmiş bulunuyor. Bu sonuç birçok kesimde şaşkınlığa sebep olurken, CHP tabanını şoke etmiş olmalı. Çünkü üst yönetimi de dahil kimse böyle bir başarı beklemiyordu. Buna hazır olduklarını da zannetmiyorum, hazmedebileceklerini de. Zira turpun büyüğü heybede netekim.
Ortada analistleri yanıltan, birçok anketörü şaşırtan bir manzara söz konusu. Evet, her şeyden önce bu bir yerel seçim; mahalli dinamikler, bireysel performanslar ön planda olması lazım. Ama başta İstanbul örneği bunu bozuyor. Terörün temsilcisi Dem partiyle ittifak, bavullarla taşınan şüpheli paralar, adayın vaatlerini bırakın yerine getirmesi; lakayt bir şekilde hatırlamıyorum demesi, karşısında iddialı projeleri olan, tutarlı bir adaya rağmen oyunu artırması, siyaset biliminde yeni bir sayfa açacağa benziyor.
Adaylarını yapay zekayla seçen partinin, seçmenini de yapay zekayla yönlendiriyor olması ihtimalini akla getiriyor. Vaziyet bir sosyal deney laboratuvarını çağrıştırıyor.
Ak Parti tabanı zaferlere tok. Onun için sandığa bile gitmemiş. Bir kısmının da küskün olması muhtemel.
Muhalif seçmen ise son iki seçimde ümitlerini törpüleyip, zafer açlıklarını tatmin etmek istiyor. Bu da onlara bir hırs ve zindelik sağlıyor.
Görünen o ki değişimin kerameti CHP tabanına yaramış ve Türk seçmeniyle aradaki buzları eritmiş.
Propaganda döneminin önemli başlıklarından birisi de İsrail’le ticari ilişkilerle ilgili iddialardı. Tartışmanın iyi yönetilememesi belli bir kesimi etkilemiş, tabanda gevşemeye sebep olmuş gibi.
Bu konuyu maddi olarak da siyasi açıdan da istismar etmek, adice ve ahlaksızca bir yaklaşımdır. Bunun altını çizelim.
Hükumetin resmi ağızla her şeyi açıklıkla konuşması mümkün olmayabilir. Ancak konuyla ilgili kurumların, adı geçen STK’ların sessizliği millette tereddüt oluşturdu. Yoksa Sayın Cumhurbaşkanının bu konuda ne kadar hassas ve samimi olduğu kamu alemin malumudur.
Gazze’ye insani yardımların BMGK kararlarına rağmen İsrail kontrolünde sokulabildiği bir ortamda, Gazze dışında işgal altındaki Kudüs ve Batı Şeria bölgesindeki Filistinlilerle yapılan ticaretin de İsrail gümrüklerinden geçtiği gerçeğini göz ardı etmek ne mümkün. Kaldı ki son TÜİK verilerine göre İsrail’e ihracat yüzde otuz gerilemiştir.
Ayrıca yıllarca biz İsrail’le diplomatik ilişkileri sıfırladık, aynı şekilde Mısır’la da. Bu dönemde oradaki kardeşlerimizle büsbütün irtibatlar koptu. Oysa bu tutumu da o günlerde aynı kesimler eleştirmekteydi.
Bütün bunların üstüne ilk tepki ve tebriklerin İsrail’den geldiğini de bir kenara not edelim.
Mevcut tablonun başkaca bazı sebepleri de olabilir; ekonomi, aday tespitleri, bürokratik atamalar gibi. Vakıa; seçmen böyle bir tercihte bulunmuş, hoşnutlukla kabullenmek lazım.
Millet öyle hassas bir terazi kurmuş ki; muhalefet erken seçim dahi isteyemiyor. İnce bir mesajla yerel seçimle genel seçimin karıştırılmamasını ihtar ediyor.
Hep söylenir ‘Türkiye’nin bir muhalefet sorunu var’ diye. Ak Parti muhalif kodlara sahip, hak ve adalet arayışıyla bugünlere gelen bir hareket. Bu seçim sonuçlarıyla Ak Parti kendi muhalefetini de kendi eliyle inşa ediyor. Buradan da 2028 seçilerine bir yol aralıyor.
Siyasetin duayen isimlerinden nakledilir; “İktidarın şöyle bir kuralı var: Siyasetle yönetime gelen siyasetle gider, ekonomi ile gelen ekonomi ile gider, ancak ilimle gelen muktedir olur, payidar kalır.”
Daha önce “Bu benim final seçimim” diyen Sayın Cumhurbaşkanına, 17 Mart’ta MHP Kurultayında Devlet Bey; “Ayrılamazsın, Türk milletini yalnız bırakamazsın”, diye bir çağrıda bulunmuştu. Bir sonraki dönem için yeniden aday olmasını istemişti. Tabi bunun için belli gerekliliklerin de olması lazım.
Naçizane kanaatim, ‘hitamuhu misk’ kabilinden, rahmetli Özal’ın tecrübelerini de hatırda tutarak, halefinin yolunu açıp, partinin kurumsal tekamülüne ön ayak olmasının, devlet ve milletin maslahatına daha münasip olduğudur.
Allah-u a’lem bi-s savap.