
En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Yazının ana fikrini başlığa yazayım. Böylelikle memleket meseleleri için beş dakikası olmayan arkadaşlara kolaylık sağlayalım.
‘İran saldırısının zamanlaması’ konulu bir önceki yazıma siz kıymetli okurlarımdan ekseriyetle çok güzel, müspet tepkiler geldi, müteşekkirim. Ancak az da olsa; bırak birbirini yesinler, dinsizin hakkından imansız gelir, bu durum ülkemizin yararınadır, zaten danışıklı dövüş gibi insani ve İslami bulmadığım değerlendirmeler de geldi.
Irk ve mezhep temelli reel politiğe aykırı bu yaklaşımlar, ne bölgenin coğrafi gerçekliğine, ne tarihi geçmişine, ne de kültürel bütünlüğüne uygundur. Üzücü olan bu tür absürtlüklerin içinde, kanaat önderi mesabesinde, entelektüel derinliğe sahip köşe yazarlarının da bulunmasıdır.
Evet, hepimizin zihinlerinde ‘ama’ ile başlayan cümleler sıraya girdi, farkındayım. Halep’ten Bağdat’a, Basra’ya, Karabağ’dan Şuşa’ya, terör örgütleriyle flörtten Şebbihalara, Haşdi Şa’bilere, Şii hilalinden Kızıldeniz sahillerine, Yemen’e kadar uzar gider bu liste. Hepsi de haklıdır.
Ancak müsaadenizle bir ama’lı cümle de ben kurayım. Türkiye’nin İran sınırı yaklaşık 400 yıl önce bugün, 17 Mayıs 1639’da, 4. Murad’ın Bağdat seferi dönüşünde imzalanan Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla tespit edilen en eski kara sınırıdır.
Buna mukabil, ana yurttan bir oldubitti ile koparılan en son kara parçası da Filistin’dir. Küresel fitne ocağı, soykırımcı terörist İsrail’in işgal ettiği toprakların tapusu hala Osmanlı arşivlerindedir.
Filistin’in ne şartlarda Siyonist Yahudilere hediye edildiğini meraklılarının ilgisine arz edelim. İyi bir tarih okuyucusu değilim, hele kronoloji ile hiç aram olmadı. Ama tarihi ilham almak için değil, ibret almak için okumak gerektiğine inanırım.
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sakız çiğner gibi tekrarlamakla olmuyor. Cihanda huzur olmadan yurtta sulh olmayacağını kavramak lazım.
İlkesel olarak savaşa karşıyım. Şii inancında da ancak savunma için cihada fetva verildiğini biliyorum. Komşu ve kardeş bir ülkede savaş olması asla isteyeceğimiz bir şey olamaz. Daha da beteri, bu savaşı komşumuzun kaybetme ihtimali.
Bölgedeki huzursuzluğun temeli, 1.dünya savaşıyla başlayan Osmanlı hilafet otoritesi ve topraklarına yönelik mütecaviz küresel kapitalizmin istikrarsızlaştırma projesidir. Yüz yılı aşkın süredir bölgede kan ve gözyaşı oluk oluk akmakta, mazlumların feryadı arşa yükselmektedir.
Coğrafyada bu zaman zarfında gelişen tek yeni şey, bölgenin istenmeyen misafiri İsrail’dir. Ortadoğu’ya geldikten sonra her taşın altından onlar çıkıyor, her ateşin arkasında onların parmak izi var.
8 yıl süren Irak-İran savaşının galibi kim? 1990 körfez kriziyle başlayan Irak’taki kaosun ülkemize ne faydası oldu? Suriye de 14 yıl süren iç savaş bize ne kazandırdı?
Terörsüz Türkiye eşiğini araladığımız şu günlerde, Irak’la ilişkilerin kısmen düzeldiği, Suriye’de halkına ve bize düşman rejimin yerine ülkemizle her türlü işbirliğine açık bir yönetimin geldiği, savaştan kaçan göçmenlerin ülkesine dönmeye başladığı bir dönemde nerde duracağı kestirilemeyen bu savaşın aniden patlaması çok garip değil mi?
Son savaşla ilgili tutumumuzu belirlemeden önce; bu soruların siyasi, ekonomik, sosyolojik, çevresel sonuçlarını birlikte değerlendirerek; vicdan, insaf, iz’anla makul cevaplar vermeliyiz. Yoksa İran’da yaşanacak benzer süreçlerin bölgesel yansımalarını doğru hesaplama ve ona göre pozisyon alma şansımızı kaybederiz.
Peki, bu niçin önemli? Savaş başlayalı 5 gün oldu. Yüzlerce uçak havalandı, binlerce füze ateşlendi, mahalleler, şehirler yanıp yıkılıyor. Savaş belli bir mecrada, karşılıklı saldırılarla devam ediyor. Ama biz hep tarafların beyanatlarını konuşuyoruz. Yani psikolojik savaş daha önde gidiyor. Algımızla oynayıp, bizi inandırmaya, yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bizim de inançlarımız ve milli maslahatımız gereği doğru tarafta, hakkın yanında olmamız önemli.
Şöyle düşününce, bütün dünyada insani bir refleks olarak eş zamanlı gelişen, İsrail’i destekleyen firmalara karşı boykota nispet yapar gibi kendi markalarımızı boykot veya global boykotun timsali kahve zincirinin önünde sıraya girmek, ne tür bir motivasyonun sonucudur acaba.
Neden İran?
Birincisi; öyle ya da böyle dindaşımız. ABD ve İsrail’in başı çektiği küresel küfür ittifakının İran’ı hedefe koymasının en önemli sebebi de bu. Seküler- laik, sünni- şii ayırmıyor, bizi de öyle görüyorlar.
İkincisi; komşumuz. Orda çıkan yangın bizi de yakar. İsrail kaybetse, zayıflasa, dağılsa Filistin özgürleşir, Gazze hayat bulur, mazlumlar bayram eder. Bize bir zararı olmaz.
Üçüncüsü; dostumuz, düşman değil. Topraklarımız da gözü yok. Tarihi, kültürel bağlarımız çok derin. Bize en fazla ideoloji, inanç ihraç etmek isterler. Ama İsrail komşumuz olsa ya da onların uydusu bir yönetim gelse, bunu kimse istemezdi herhalde.
Dördüncüsü; İsrail düşmanımız. Hem ata topraklarımız da işgalci, hem de Anadolu’muzda gözleri var. Arz-ı Mev’ud diye kendilerini ve dünyayı kandırıyorlar sahte bir mitleri var.
Beşincisi; İsrail mütecaviz, İran mağdur.
İran’la aramızdaki sorunları nasıl halledeceğiz? Gönül iklimimizin tercümanı Yunus hazretin irşadıyla çözeceğiz.
“Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başı
Söz ola agulu aşı balıla yağ ide bir söz”
Bugün çok soru sordum galiba ama cevap beklemiyorum. Cevabı kendinize saklayın. Ancak Saldırının zamanlamasıyla ilgili önceki yazıda eksik kalan bir noktayı daha dikkatlerinize arz ederek müsaade istiyorum.
Terörsüz Türkiye sürecinin kilometre taşı mesabesindeki Sayın Bahçeli ve Öcalan’ın konuyla ilgili açıklamaları saldırının şifresi ya da tetikleyici unsurunu barındırıyor desem ne dersiniz?
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
İlgili
YEREL KOCAELİ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.