42,9683$% 0.07
50,5361€% 0.12
57,8058£% -0.13
5.986,46%-0,10
9.947,00%0,92
39.775,00%0,92
4.339,90%-0,03
11.261,52%0,37
3772134฿%-0.81422
28 Aralık 2025 Pazar
Son zamanlarda sosyal medyada gördüğümüz ve bu hususta hüzünlendiğimiz bir video üzerinden birkaç kelam etmek istiyorum.
Farz ibadetimiz olan namazın, sosyal medyada bir grup genç tarafından alay konusu yapılması ve bunun bir akım hâline getirilmesi; sözde fenomen olma çabasında olan, kimler tarafından yönlendirildiği bilinmeyen gençlerimizin akıbetini düşündürmektedir. Bu durum, sosyal çürümenin; ahlak ve maneviyat kaybının maalesef ne denli derinleştiğini bizlere bir kez daha hatırlatıyor.
Meseleye suçlayıcı bir dilden ziyade, başta ebeveynler ve eğitimciler olmak üzere hepimizin muhasebe yapması gereken bir açıdan bakmamız gerekir. Zira gençler, kâl dilinden çok hâl diline bakar; yetiştikleri çevrenin çiçeklerini topluma sunarlar. Onların davranışları; sosyal medyadan, çevrelerinden ve ilk eğitmenleri olan ailelerinden aldıkları izlerle şekillenir. Bu noktada rehberlik etme sorumluluğu öncelikle ailelere ve eğitimcilere, nihayetinde ise tüm topluma düşmektedir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrîm, 6)
Bu ilahi mesaj, sorumluluğun ağırlığını ve yönünü bizlere açıkça hatırlatmaktadır.
Bu tür olaylar karşısında öfkeyle değil, sorumluluk bilinciyle hareket etmeliyiz. Toplumun aynası olan gençlere, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisiyle yaklaşmalıyız:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”
Namazla alay edilmesi, aslında namazın ruhunun yeterince tanıtılamadığını ve sevdirilemediğini göstermektedir. Oysa Peygamber Efendimiz, gençlere daima sevgi ve muhabbetle yaklaşmış; onlara büyük sorumluluklar vermekten çekinmemiştir. Nitekim:
Medineli Müslümanlara Kur’an’ı ve İslam’ı öğretmek üzere Mus‘ab b. Umeyr’i görevlendirmiş,
Muaz b. Cebel’i elçi, zekât memuru ve kadı olarak Yemen’e göndermiş,
Üsâme b. Zeyd’i genç yaşında ordu komutanlığına getirmiştir.
Bugün bize düşen görev; gençlerimizi küçümsemek, etiketlemek ya da umutsuzluğa sürüklemek değil; onlara doğru örnek olmak, ibadetleri bir baskı unsuru olarak değil, hayatı anlamlandıran bir rahmet kapısı olarak sunabilmektir. Zira kalpler zorlamayla değil, hikmet ve güzel sözle kazanılır.
Unutmamalıyız ki her karanlık tablo, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır. Eğer bizler ahlakı yaşayarak, ibadeti samimiyetle temsil edersek; gençler de bu güzelliği er ya da geç fark edecektir. Çünkü hakikat, kalpten kalbe akan bir nur gibidir; samimiyetle sunulduğunda mutlaka karşılık bulur.
Ayşe Nur İsmail
Bugün de hiç gelmeyecek olanlara yazalım.
Adın hep cümlelerimin sonunda geçti. Boğazım düğümlendi, yutkunamadım. Dediler ki, bir şey mi kaçtı? Diyemedim ki sevdası beni yar etti yad ellere.
İçime sevdası kaçtı, bırakmadı diyemedim. Unutmak istedim seni, emin ol ve gönlün bu konuda mutmain olsun. Ama olmadı. Diyor ya şair, aklım çıktı, aklımdaki çıkmadı.
Seni sevmek bir alışkanlık değil, bir kabulleniş oldu. Zira her alışkanlığı bıraktıran bir sebep olur. Ben, sebepler ülkesini bile kapattım sırf seni unutmamak için.
Bak, bugün yine zaman ilerledi; ziyan ettik ömrümüzden. Kaç kış geçti sesini duymayalı.
Kapılar çaldı, telefonlar geldi; hiçbiri sen değildin.
Ben yine de bu sefer belki odur demekten hiç vazgeçmedim.
“Beklenenler gelmez,” diyor ya Oğuz Atay; sırf bu yüzden beklememiş gibi yapacağım. Hani olur da bir gün gelirsen, mutlu olmaya sebebim olsun.
Yoruldum mu?
Dibine kadar.
Özledim mi? Sorman bile hata.
Gelecek misin? …
Peki ya hâlâ seviyor muyum?
İlk günkü gibi…
Kapılar aralanır…
Gözlerim, yolunu gözler.
Şehirler yıkılır;
şiirlerim, bir tek sana yazılır.
Rüzgâr getirir kokunu…
Bulamadım, seni getirmenin bir yolunu.
Limanlar yakılır;
gelmesin, başka yar diye.
Ben öldüm…
Yar, sen diye diye.
Kaybolur benliğim…
Susar dillerim.
Unutmak mı?
Yok, lügatımda yeri.
Hâlâ avutuyorum, resimlerinle kendimi.
Sahi…
Ölünce mi seveceksin beni?
Geceler çöktü yüreğime…
Nefesim kesildi,
duyunca ismini başka dillerde.
Merhem yok…
Senden başka, şu yaralı kalbime.
Zira zehir de sende…
Panzehir de.
Aynalarda seni gördüm…
Gölgelerim bile sensizken, yabancı bana.
Gözyaşlarım düştü avuçlarıma…
Son sözlerin saplandı, kanayan yarama.
Ne fırtına tuttu bizi,
ne de deryaya kardı.
Sayende, buluşmalarımız mahşere kaldı…
AYŞE NUR İSMAİL
Bir gün, usul usul gideceğiz bu dünyadan. Belki son bakışlar, son darılmalar ve de son sarılmalar…
Haberimiz olmayacak; ebedi yurdumuzda bulacağız aniden kendimizi.
Geride kalacak şan, şöhret ve de mal… Ah, bir de dostlar ve anılar.
Merak etmeyin, fazla bir yükümüz olmayacak; kefenin cebi yok zaten. Olsa da ne götüreceksin ki amellerinden başka?
Bir top kumaş… O da nasip olursa.
Belki, içimize gömdüğümüz acılarımızla gömüleceğiz.
Ya da yorulduğumuzu anlayınca fark edeceğiz, herkese koşmaktan kendimize geç kaldığımızı.
Yokluğumuzu bile fark etmeyecek belki esen rüzgârlar ya da uğruna can verip canımızdan kıymetli gördüklerimiz.
Başımızı son kez yaslamak istediklerimiz esirgeyince omuzlarını, toprak koynunda misafir edecek bizi.
Yaprak gibi düşecek gözlerden yaşlar, bir mezar taşının başında…
Fayda vermeyecek geç kalınmış pişmanlıklar, lafıgüzaf ağıtlar.
Velhasıl, adımlarımızın izi silinecek olsa da sessizliğimiz konuşacak; isim yazılı bir mermer başında…
Ayşe Nur İsmail
Sustu tüm dünya
Geride kaldı mal ve evlat yarına
İşte son bekleyiş bu
Arabam hazır mı dostlar mezarıma?
Önce adımı aldılar oldum mefta
Ağlayan sevdiklerime bıraktım yara
Sandım ki benimdi güya
Gençlik, şöhret, makam kaldı ortada
Koydular toprağa
Gitti eş, dost ve akraba
Kaldım işte amellerimle baş başa
Ölüm dedikleri oysa ne yakınmış bana
Velhasıl, kalsın gök kubbede hoş bir sâdam.
Helal eylesin hakkını bana tanıdıklarım
Gönüllerinde elbet vardır güzel hatıram
Dualardır en güzel armağan…
Ayşe Nur İsmail